29 Nisan 2010 Perşembe

Anglo-Sakson anlayışla yeni bir anayasa şart

Bu gün Türkiye'de yaşanan tartışmaların temelinde anaysal düzenlemelerin olduğu pek çok kişi tarafından dile getirilmektedir. Fakat bu tartışmalara daha geniş bir perspektifle bakılırsa, tek tek anayasa hükümlerinden ziyade bir sistem problemimizin olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu nedenle anayasada yapılacak değişikliklerin, aslında temel problemlerimizi çözmeyeceğini anlamamız, bunun yerine yeni bir anayasa yaparak sistemimizi tekrar düzenlemeyi düşünmemiz gereklidir. Yeni bir anayasanın gerekliliğinin yanında, devletin yapılanması ve işleyişi konularında örnek aldığımız Kara Avrupası sisteminin de sorgulanması ve İngiliz-Amerikan sisteminin de incelenerek daha açık fikirli tartışmalar yapılması oldukça yararlı olacaktır.
Türk kamu hukuku, Kara Avrupası'nın etkisinde oluşturulmuştur. Osmanlı devletinin son dönemlerindeki Türk aydınlarının Fransa'ya gitmesi ve bu ülkenin sisteminden etkilenerek Türk demokrasi mücadelesinin başlangıcını yapmış olmaları neticesinde, demokrasi ve anayasal düzen içerisinde Fransız etkisi kalıcı hale gelmiştir. İki ülke arasındaki benzerliği daha belirgin kılabilmek için Fransa siyasi tarihinden bahsetmek gerekir. Fransız Anayasası toplamda on yedi defa yapılmıştır. 1789 devriminden bu yana anayasa yapan Fransızlar, aynı zamanda ardarda devlet yönetim şeklinide değiştirmişler. Şu andaki yönetim, 1958'de De Gaulle döneminde yapılan anayasa ile kurulan Beşinci Cumhuriyet'in yönetimidir. Bu son anayasa da on sekiz defa değiştirilmiştir. Türk anayasal sürecinin Sened-i İttifak ile izlediği sürece bakarsak, Tanzimat, Islahat, Kanun-i Esasi ve 31 Mart ile Meşrutiyet süreci ve devamındaki genç Cumhuriyet, 1921- 1924 Anayasaları ve yine devamındaki 1961, 1982 İhtilal Anayasaları dikkate alındığında, Fransız anayasal süreci ile olan benzerlik ve karmaşa daha da netleşmektedir.

ANGLO SAKSON ANAYASA

Yazılı bir anayasası olmayan İngiltere ise, aslında çok daha köklü bir anayasal geleneğe sahiptir. Yazılı bir anayasasının olmaması, anayasasının hiç olmadığı anlamına kesinlikle gelmemektedir ki, bunun en çarpıcı göstergesi, dünya tarihinde yazılı ilk anayasal belge olarak nitelendirilen Magna Carta'nın 1215 yılında İngiltere'de yapılmasıdır. Kendi tarihimiz ile karşılaştırdığımızda, Osmanlı Devleti'nde anayasal nitelikte kabul edilen ilk metin, Magna Carta'dan 593 sene sonra, 1808 yılında kabul edilen Sened-i ittifak'dır. İngiltere, 1998 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni normal bir kanun olarak kanunlaştırmasına rağmen, bu kanun hükümlerinin normlar hiyerarşisine göre üstün oldukları için değil, içeriği itibariyle temel insan haklarını korumasından dolayı anayasal düzeyde bir kanun olduğu kabul edilmektedir.

İngiliz Anayasa doktirini, İngiliz Anayasası'nı iki temele bağlamaktadır. Bunlardan ilki parlamenter egemenlik anlamında olup, ülkedeki tek yasa yapıcının parlemento olduğudur. Parlamentonun her türlü kanunu çıkarma yetkisi bulunmakla beraber, gerek duyulduğu takdirde bir kanunla anayasayı değiştirme yetkisi de mevcuttur. Yasaların gerekliliği, doğruluğu ve yanlışlığı ile var olan anayasal kanun ve teamüllere aykırılığının denetimi de yine parlamento tarafından yapılmaktadır. İngiltere'de parlementodan geçen kanunlar kraliçenin onayı ile kanunlaşır; ancak bu onay istemi son 302 yıldır hiç reddedilmemiştir. Bu durum, parlamenter iradenin İngiltere'de ne derecede güçlü olduğunu ve egemenliğin ne derecede halkta olduğunu gösteren çarpıcı bir gerçektir.

Her türlü kanun yapılabilmesinin önündeki tek sınırlama, bahsedilen doktirinin ikinci ayağını oluşturan "hukukun üstünlüğü " prensibidir. Buna göre kanunlar ve yürütmenin hertürlü tasarrufu temel hak ve özgürlüklere uygun olmak zorundadır.

İngiltere'de anayasa mahkemesi 2009 yılında kurulmuştur. Bu tarihe kadar yasama ve yargının en üst mercileri aynı çatı altında yani lordlar kamarasında birleşmişti. 2009 yılına kadar bir anayasası olmayan bir ülke olması bir tarafa, bu yılda Anayasa Mahkemesi kurulduktan sonra da Anaysa Mahkemesi'ne parlementoda kabul edilen kanun ve düzenlemeler üzerinde hiçbir denetleme yetkisi tanınmamaktadır. Yani, Türkiye'de ki iptal davası mefhumu İngiltere'de yoktur. Böyle bir dava yolunun parlemeter hâkimiyetin vesayet altina alınması anlamına geleceği yüzyıllardır kabul edilen görüştür.

1787'de kabul edilen Amerikan Anayasası, dünyanın hala kullanımda olan en kısa ve eski anayasasıdır. Toplam bir giriş ve yedi maddeden oluşan Amerikan Anayasası, yapılışından itibaren 223 yıl içerisinde sadece 27 değişiklik veya ekleme yapılmıştır. Karşılaştırmak gerekirse, ülkemizde şu an gündemde olan anayasa değişiklik paketinde 30 maddenin değiştirilmesi planlanıyor. Yani neredeyse Amerika'nın 223 yılda yaptığı değişikliği, biz bir günde yapacağız. Amerikan Anayasası da Türkiye'deki şekliyle iptal davası ile Anayasa Mahkemesi'ne gitme yolu söz konusu değildir. Ancak, alt mahkemelerde anayasaya aykırılığı iddia edilen hususların mahkemeler süzgecinden geçerek en üst federal mahkeme olan Anayasa Mahkemesi'ne gelmesi halinde anayasaya uygunluk denetimi yapabilmektedir. Türkiye'dekinin aksine, Amerika'da doğrudan iptal davası açmak mümkün değildir.

Anayasalar genel olarak temel insan haklarını açıkça belirleme ve koruma amaçlı yapılmıştır. İlk anayasal metinlerde, yine bu doğrultuda, iktidar karşısında diğer kesimlerin haklarını koruma amaçlı ve iktidarın yetkilerini sınırlandırma amaçlı hazırlanmıştır.

ANAYASA NEYE YARAR

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda, parlamenter egemenlik bugünkünden çok daha belirgin bir şekilde vurgulanmıştır. 1924 Anayasasında, egemenliğin millete ait olduğu ve bu egemenliğin millet adına sadece TBMM tarafından kullanılacağı vurgulanmıştır. Ancak 1960 yılında yapılan askeri darbe sonrasında halka güvenmeyen darbeciler, TBMM'nin yetkilerinin bir kısmını kendi kurdukları "yetkili organlar"a ve anayasa ile yetkilendirdikleri kurumlara devretmişlerdir. Anayasa Mahkemesi de bu dönemde TBMM'yi kısıtlama amaçlı kurulmuştur.

Kısacasi, Batı'daki anayasal süreç, gelenek ve devlet iradesinin millet lehine sınırlandırıması ve milletin hak ve özgürlüklerinin devlet ve hâkim güç karşısında güvence altına alınması yönünde gelişmiş ve hâkimiyetin milleti temsilen parlamentolara devri ile sonuçlanmıştır. Ülkemizde ise bu süreç 1808 yılında 593 sene gecikme ile başlamış ve 1960 yılına kadar Batı ile paralellik göstermiştir. Fakat 1960 itibariyle anayasal anlayış, milli iradeyi temsil eden parlamentonun sınırlanması olarak değişmiş, parlamenter egemenlik zayıflatılmış ve parlamentonun yetkilerinin bir kısmı, kurulan "yetkili organlar" ve bu organlar dâhilinde olan kurum ve kuruluşlar vasıtasıyla çeşitli zümrelere dağıtılmaya çalışılmıştır. TBMM'ye karşı yapılan bu yetki gaspı anayasal güvence altına alınmış ve milli iradenin aksi tecellisine karşın yine "yetkili organlar" vasıtasıyla koruma altına alınmıştır.

Şimdi bu sürecin yeni bir dönemeci yaşanmaktadır. Rayına oturmamış bir anayasal kültürün son görünümü 2010 yılı anayasal değişiklik paketi olarak çeşitli siyasal tartışmaların arasında topluma sunulmaktadır. Günü kurtarmak veya kısa dönemdeki problemleri aşmak adına refleks siyasetinin ürünü olan bir anayasal değişiklik paketi gerekli ve faydalı olmakla bilrlikte, ideal olandan çok uzak ve yetersizdir. Yapılacak düzenlemelerle ilk derece mahkemelerinin kararlarında anayasal denetimde bulunmaları sağlanmalı ve yine ilk derece mahkemelerine de anayasaya aykırılık durumunda kanunları uygulamama yetkisi verilmelidir. Anayasa Mahkemesi en üst temyiz mahkemesi olarak yargıtayın süzgecinden de geçmiş olan ve hukuken anayasanın uygulama alanına ilişkin bir konuda muvazaalı olan davalara bakmakla görevlendirilmeli, parlamenter hâkimiyetin vasisi olma konumundan çıkarılmalıdır.

MAHKEME SİYASETİ EZMESİN

Bu şekilde parlamentoda yer alan milletvekilleri veya partiler ve de Cumhurbaşkanının, Anayasa Mahkemesine açılacak bir iptal davasını, joker olarak ve siyasetin bir aracı olarak kullanmalarının önü kesilmiş olacaktır. Siyaset mahkemelere taşınmamalı ve parlamento içinde kalmalıdır. Parlamentoya yargının müdahalesi ve parlamentodan çıkarılan kanunların hepsinin Anayasa Mahkemesi tehdidi altında olması milli egemenlik ilkesine aykırıdır.

Fransız devrim geleneğini artık bir yana bırakıp, yeni yapılacak anayasayı evrensel insan haklarını koruyan özlü bir metin halinde yapmamız ve milli egemenlik anlayışı ile Türk toplumunun tercihlerine güvenerek, milli iradeyi temsil eden TBMM'ni vesayetten kurtarmamız, çağın ihtiyaçlarına evrim yoluyla ulaşacak bir sistem oluşturmamız gereklidir. Bu sistemi biz bu gün oluşturamazsak, yarın Avrupa Birliği normlarını direkt olarak uygulamak zorunda kaldığımızda, bir kaos ortamından sonra oluşturmamız söz konusu olacaktır.
Yusuf ENGİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder